Evrim
(Özürlü Yakınları Öykü Yarışması – İkinci Mansiyon – Aralık 2006)
Mart 1979 günü çok güzel bir bebek doğdu. Beklentimiz; geleceği için güzel şeyler hayal ettiğimiz, mutluluğumuzu perçinleyecek, ailemizin bir ferdi olacaktı. Oldu!
Evrim oldu, adının anlamını taşıyordu. Pek çok “evrim” geçirerek büyüyeceğini o gün bilemiyordum. Anne olmanın verdiği sevinç ve heyecan dolu duygularla bebeğimi izliyor, bir an gözümü üzerinden alamıyordum. Bebeğime dokunmak, ona banyo yaptırmak, altını temizlemek, emzirmek gibi duygular, tüm annelerin olduğu gibi, benim de haz duyacağım ve yaşamak istediğim duygulardı ve ben bu duyguları Evrim’le yaşadım… Ziyarete gelen dostlarla bu duyguları paylaşmak da ayrı bir güzellik. Bu güzel annelik heyecanım üç gün sürmüştü. Mutlu ve mesut üç güzel gün…
Üçüncü günün sonuna doğru Evrim bebek sarardı. Tabii ben de…
Onunla bir ömür boyu sürdüreceğimiz sorunların ilkiydi daha bu. Belki de daha sonradan karşılaşacağım, hayatımı kabusa çevirecek, kendimi suçlu hissedeceğim, Evrim bebeğin 5 Mart günü doğumu ile getirdiği hastalığının yanında çok önemsizdi sarılığı. Fakat insan daha sonra yaşayacaklarını kestiremediği için, önüne çıkan her sorunu yaşayacaklarıyla kıyaslayamıyor ve o anki durum için üzülmeye başlıyor. Benim durumum da böyleydi. Bebeğim sarılıktı ve çok üzgündüm… Hiç gözünü açmıyor, devamlı uyuyor, hiçbir şey yemiyor, hiç ağlamıyordu. Ziyarete gelen büyüklerime soruyorum: “Çocuk hiç ağlamıyor, sürekli uyuyor. Normal mi bu olanlar?” Büyüklerim bana, “Sus, kimseye söyleme, nazar değer,” diyorlardı. Bir gün öyle geçti. Dördüncü gün amcamın hanımı Zülfiye Yengem geldi. Tabii ki durumu söyledik. Biz de sarılık olduğunu fark etmiştik ama… Nasıl bir bilinçsizlik ya da çaresizlik içindeymişim bilmiyorum, şimdi kendi yaptıklarıma da bir anlam veremiyorum doğrusu. Tabii ki o dönemin şartları içinde düşünürsek, ben yeni bir anne olarak, tecrübeliler ne derse onu yapıyordum ve batıl inanışlarla deva arıyordum kızıma.
Çocuğun banyo suyuna sarı altın atıp yüzüne sarı tülbent örtüyordum ki, beni derinden üzen sarı rengi yok olsun diye. Zülfiye Yengem geldiğinde, çocuğu doktora götürmemizi söyledi. Yıl 1979, benzin kıtlığının olduğu bir dönem. Hastalık, ümitsizlik ya da ümit, annelik, çaresizlik…
Hepsi bir arada, tutunacak bir dal arıyorum. Çocuğumuzu, eşimle birlikte annem, bir yol bulup doktora götürdüler. Ben loğusayım, gidemedim.
Önce Samsun Devlet Hastanesine, oradan Ankara’ya sevk edildi, ağır sarılık teşhisiyle. Bütün hayatımızı etkileyecek acı gerçek orada ortaya çıkacaktı ve benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Hacettepe’de muayene sonrası, eşim ve annem kızımda “Down Sendromu ve Zeka Geriliği” olduğunu öğrenecekler, ama bana yine bir şey söylemeyeceklerdi…
Bu arada biz Yakakent’te merak içinde bekliyoruz. Telefon yok. –Ev telefonu bile- Dolayısıyla haber almak imkansız. Ben annelik içgüdüsü ile, bir şeylerin yolunda gitmediğini hissediyorum. Annem ve eşim, çocuğun hastalığını öğrendiklerinde yıkılmışlar. Üstelik doktorlar, çocuğun ağır sarılık hastalığı ve diğer bütün hastalıkları ile birlikte fazla yaşamayacağını, en geç yirmi dört saat içinde öleceğini de söylemişler. Ve sadece ellerinde bir adet vitamin damlası ile döndüler. Damla çocuğu iyi edecek!
Evrim hala uyuyor. Hareket gittikçe azalıyor. Yengem de benimle kalmıştı. Annem tabii ki, doktorun dediklerini yengeme de anlatıyor. Yine benden gizli. Annem Ankara’ya gidip geldiği için yorgun. Çocuk ölürse, anlayamazsa, yengeme tembih ediyor. Ara sıra kalkıp bakmasını ve bebeğin durumunu kontrol etmesini söylüyor.
Evrim o gece ölmedi. Ertesi gün yine takipteler. Eşim fotoğrafçı getirdi, Evrim’in bir resmine sahip olabilmek için.
Bu arada komşularımız sürekli ziyarete geliyorlar. Onlardan biri de Suzan Abla. Onun da yeni torunu olmuş, adı Burçak. Evrim’den yalnız üç gün büyük. Annemlere göre, Evrim ölümcül hasta olduğu için, son saatlerini rahat geçirtmeye çalışıyorlar ve bebeğin kundağını açıp yere yatırıyorlar. Tabii ki bebeğin yerde yatması Suzan Ablanın garibine gidiyor ve bebeği yerden kaldırırken bir yandan da söyleniyor: “Bunlar da şaşırmış, çocuğu üşütecekler, açıvermişler kundağı.” Bir yandan da bebeği tekrar kundağına sarıyor. Durumu bana bile anlatmadıkları için, o gün kadıcağıza da bildiklerini söylemiyor annemler. Aralarında adeta gizli bir ittifak var. Evrim o gün de, ertesi gün de ölmedi. O günlerde inanılması zordu ama, Allah uzun ömürler versin, bugün de ölmedi.
On beş gün sonra, Evrim derin uykusundan uyanmaya başladı. Esneye esneye gözünü açmaya başladı. Uyandı ama, farklı bir bebek olduğunu anlıyor, fakat hiçbir anlam veremiyordum. Hala zihinsel engelli olduğunu bilmiyordum. Ailede benden başka durumu bilmeyen yoktu. Şimdi düşünüyorum da, onlar için de zor bir durum. Ben tabii ki bir şeylerden şüpheleniyordum. Bu çocukta bir şey var, ama ne? Çünkü Evrim’le birlikte doğan Burçak bebek, başını dik tutabiliyor, çevresiyle ilgileniyor, gülücükler yapıyordu. Evrim’de ise bu davranışların hiçbirini göremiyordum. Önce aklıma Evrim’in kör olabileceği geldi. Ancak gece ışığı açtığımda birden irkiliyordu. Demek ki kör değildi. Sağır mıydı acaba? Ama seslere de irkiliyordu. Oysa zihinsel engelli olabileceği, hiç mi hiç aklıma gelmemişti. “Bu çocuk farklı, bu çocukta bir şey var,” dediğimde annem, “Ne varmış bu çocukta? Kaç çocuk büyüttün ki sen, konuşuyorsun?” derdi. Evet çocuk büyütmemiştim ama, çocuk görmüştüm. Murat’ı, Betül’ü görüp gözlemlemiştim. Evrim onlar gibi değildi. Benim bütün ısrarlarım sonucunda, Evrim’i doktor doktor gezdirmeye başladık. Çare yok, bilgi de verilmiyordu. Samsun’da Dr. Burhan Orhan’a ve daha isimlerini hatırlamadığım birçok doktora götürdüm. “Çocuğun nesi var?” diye sorduğumda, bütün doktorlar, hepsi birbiriyle anlaşmış gibi aynı soruları soruyorlardı: “Akraba evliliği mi? Kan uyuşmazlığı var mı? Hamileyken anne hastalık geçirdi mi?” Soruların cevabı hep “Hayır”dı. (Ama yıllar sonra, ameliyat olduğumda öğrendim ki, benim kanım A Rh (-). Bu eşiminkiyle uyuşmazlık yaratıyordu. Tabii ki bu durum Down Sendromunun tek başına nedeni değildi. Sadece bebekken geçirdiği ağır sarılığın nedenini öğrenmiştim böylece.) İşte o gün, Down Sendromu hastalığını ilk defa duyuyordum. Çocuğumun zeka geriliği olduğunu öğreniyordum. 21. kromozomun fazla olmasının bu hastalığa yol açtığını öğrendim. Çocuk büyüdüğünde her işini yapabilecek, okumayı öğrenecek, hatta ilgi gösterilirse ortaokulu bile bitirebilecekti. Ben zeka geriliğini duyduğum an yıkılmıştım, ağlıyordum, hiç durmadan, kimselere aldırmadan… Çocuğum geri zekalı… Hastaneden çıktık, yolda, arabada hep ağlıyorum. Annem ağlamamamı söylüyor, ama ben kendimi ağlamaktan alamıyorum. Benim hiçbir şey umurumda değil. Sadece o kelimeye takılmışım, sürekli olarak beynimde onu tekrarlıyorum. Bilemiyorum, bir insan hiç durmadan kaç saat ağlayabilir? Hiç durmadan ağlayan biri olarak o gün Guinnes Rekorlar Kitabına girebilirdim. Eve geldiğimde eşim ve annem beni ikna etmeye çalışıyor. Eşim, “Sen üzülüyorsun da ben üzülmüyor muyum? Ben de babayım. Ama bizim dirençli olmamız, kızımıza bakmamız lazım,” diyerek beni teselliye çalışıyor. Annem ise, “Sen üzülüyorsun, ağlıyorsun. Ben de sana üzülüyorum. Ben de anneyim,” diyordu. Bir ara sakinleştim. Benden gizlediklerini, daha beşinci gün Hacettepe’de doktorların dediklerini anlattılar. Evrim geri zekalıydı! Bunu kabul edemiyordum. Sanki suç bebekteydi. İlk duygularım, bebeğe karşı nefret doluydu. Bebeğin emzirme saati geldiğinde emzirmiyor, adeta ölmesini istiyordum.
Bu arada bebeği annemler besledi. Annem ve yengem benim en büyük destekçimdi. Bana çok yardımları oluyordu. Yengemin hala da oluyor…
Bugün düşünüyorum da, fakültede ilk gittiğim doktora kızıyorum. Beni bir psikoloğa yönlendirmediği için çok kızıyorum. Belki o kadar yıpranmaz, tıbbi bir destek alarak daha kolay atlatırdım.
Evrim’in ölmesi yönündeki duygularım on-on beş gün sürdü. Kendime geldiğimde, ben ne yapıyorum diye düşündüm. Beş aylık, savunmasız, başkalarına, özellikle de bana muhtaç bir bebek… Bir canlı… Günahsız…
Geri zekalı olmayı kendisi seçmemişti. Bana, annesine muhtaçtı ve sevilmeyi hak ediyordu.
Kendimi toparladım. Dört elle, çocuğumun büyümesi için elimden gelen her şeyi yapmaya başladım. Şimdiki gibi bilgisayar, internet yok. Yok ki araştırayım. Bulduğum bütün kitap ve ansiklopedileri karıştırmaya başladım. Yaz tatiliydi ve vaktim çoktu. Evrim’in beslenmesine dikkat edersem zekası gelişebilirmiş. Zeka geliştiren besinleri araştırıyordum. Her gün taze sebze çorbası yapıyor, günlük yoğurt mayalıyor ve taze meyve suyu sıkıyordum. Bunlar her gün rutin yaptığım şeylerdi. Beslenmesinin dışında da bebeğimle sürekli ilgileniyordum. Yaşıtı bebekleri izliyor, onların yaptıklarını Evrim üzerinde deniyordum. Sesli ve renkli oyuncaklar aldım. Tabii Evrim sesli oyuncaklara bile tepki göstermiyordu. Ben de başını çeviriyordum ki, görsün diye… Saatlerce hiç bıkmadan, bazı hareketleri yaptırmaya çalışıyordum. Ama Evrim ilgisizdi, görmüyor, tanımıyordu. Ben yine de umudumu kaybetmedim. Her gün vaktimin çoğunu onunla ilgilenmek için ayırıyordum. İşlerimi o uyuduğu zaman yapıyordum. Bu arada Evrim’in beslenmesi için yaptığım mamaları Evrim yemez, yeğenim Betül yerdi. Evrim’le, belli bir yaşa gelinceye kadar bütün vaktimiz ayna karşısındaki eğitimlerle geçti.
Evrim’in hastalığının hiç bitmeyen kontrolleri vardı. Her ay fakülteye gidiyordum. O dönemde fakültenin Evrim’e verdiği zeka geliştirici bir ilaç vardı. Bu bir şuruptu. Günde iki kez kullanılması gerekiyordu. Umudumu şuruba bağlamıştım. Sabah bir ölçek verdiğimde, hemen akşam olsa da yine versem diye saatin akrebini elimle akşam saatlerine alasım gelirdi. Bu ilacı uzun yıllar kullandı, hatta ileride hap olarak.
Evrim’de hiç gelişme olmuyor değildi. Başını artık dik tutabiliyor, göz teması kurabiliyordu. Bu beni daha da umutlandırıyor, Evrim düzeldikçe daha fazla ilgileniyor, daha çok şey öğretiyordum. O da daha fazla gelişiyor, hep bir sonraki adıma doğru ilerliyorduk. Evrim her şeyi öğrenebiliyordu. Tabii bunu, geriye dönüp baktığımda şimdi anlayabiliyorum. Sadece Evrim’e bir şeyler öğretebilmek için biraz sabırlı olmak gerekiyordu. İşte Evrim’in yaşıtlarından farkı buydu. Her şeyiyle o, yavaş büyüyordu…
Bu arada sadece zekasıyla değil, Evrim’in fizksel rahatsızlıkları ile de uğraşıyorduk. Bağışıklık sistemi çok zayıf olduğu için, Evrim’in sürekli olarak iştahsızlık, ateş, sindirim sorunları, terleme gibi problemleri oluyordu. Geceler boyu ilaç içirmeler, doktor çağırmalar… Bunların hepsi dokuz-on yaşlarına kadar sürdü. Gün olurdu ağzına sudan başka hiçbir şey koymazdı. Böyle yemediği günlerde Evrim’i anneannesine götürürdük. Ciciannesi –Evrim yengeme cicianne diyor- Murat ve Betül’e yedirirken, o da belki yer diye… Cicianne zorla yedirir mi, yediremez miydi bilmem ama, her seferinde “Yedi,” derdi. Ben de rahatlardım. Evrim’i büyütürken çok güçlüklerle karşılaştım, ama çalışan annelerin çektikleri sıkıntıyı çekmedim. Okullar açıldığı zaman, gözüm arkada kalmadan bıraktığım bir ailem vardı. Havalar iyi olduğu zaman annem, Evrim’le ilgilenmek için yanımıza gelirdi. Havalar soğuk olduğunda ise, biz Evrim’i anneme, Yakakent’e götürürdük. Böyle zamanlarda biz her hafta sonu köyden Yakakent’e gelirdik. Evrim hasta olduğunda köyde bulunmak daha da zordu. Köy diye bahsettiğim yer, görev yaptığımız Bafra ilçesine bağlı Soğukçam Köyü… Köyde, hiç unutmam, Ali Dayı dediğimiz biri vardı. Bir sürü de çocuğu ve torunları… Kışın ayakları çıplak, üstleri açık, burunları kıpkırmızı… Göbekleri açık, ama her biri sapasağlam maşallah. Biz aman üşümesin diye sarıp sarmalardık ama, Evrim yine hasta olurdu. Ali Dayının kapısının önünden geçerken, “Hoca çocuk yine mi hasta?” derdi. Eşim de, “Ali Dayı, bizimkine de siz bakın, biz bakamıyoruz herhalde, o yüzden hasta oluyor,” diye cevap verirdi.
Evet biz mi hasta yapıyorduk, bakmayı mı beceremiyorduk? Bunu doktorlara sorardım. Doktorlar ise, Evrim’in çok hassas olduğunu, bağışıklık sisteminin zayıf olduğunu ve bu yüzden de sık sık hasta olduğunu söylerler ve, “Kendinizi suçlamayın,” derlerdi. Hasta olduğunda çocuğum acı çekerdi, çünkü genellikle penisilin tedavisi görürdü. O iğneyi vurdurmam için sağlıkçı bulmam gerekirdi. Herkes vuramazdı. Hatta vurmak istemezlerdi. Yakakent’te Maysel ebe, Evrim’in de ebesi, aynı zamanda eşi de akrabamız. Sürekli ona giderdim. Bu gitmeler arttıkça utanmaya başlardım. Doktor bu kez iğne vermese diye dua ederdim, ama yine iğne verirdi. Çünkü Maysel Ablanın, bizi her iğne ile gördüğünde ne diyeceğini bilirdim: “Vah vah! Hoca Hanım, yine mi hasta ettiniz?” Evet ya, ben hasta ettim. O zaman bu cümleyi Maysel Abladan yüzlerce kez işitmişimdir. Hatta daha sonraları başkalarına da iğne vurdurmaya başladım. Evrim’in hastalığı kışın bronşit, zatürree, yazın ise ishal ve kusma olurdu. İshal ve kusma öyle bildiğimiz gibi basit değildi. Evrim kendini adeta kaybeder, sabah çamaşırları gören komşum, “Evrim yine mi gece hastalandı?” derdi. Böyle gecelerim çok olurdu.
Evrim’in hastalığı ve özel durumuna rağmen, tabii ki güzel şeyler de oluyordu. Zekasının gelişmesi için kullandığımız o şurubun da mı faydası olmuştu bilmiyorum ama, Evrim artık göz teması kurabiliyor, oyuncaklarına bakabiliyor, daha fazla hareket edebiliyordu. Ama yaşıtları yürüyor ve konuşuyordu. Ben Evrim’in fiziksel rahatsızlıklarındaki yorgunluğuma ve sıkıntıma değil, asıl çocuğumun yavaş gelişmesine üzülüyordum. Çocuğumun geri zekalı olduğunu da, çevremdeki herkese söylememiştim, belki de söyleyememiştim. Sadece ailem ve birkaç arkadaşım biliyordu. Paylaşamadığıma göre, utanıyordum herhalde. O anki duygularımı şu an anlayamıyorum. Benim içimi acıtan şey, Evrim’in yaşıtlarıyla karşılaştırılması veya Evrim’den birkaç ay küçük olanlarla… Komşumuzun Evrim’den küçük bir kızı vardı. Annesi laf arasında, “Benim kız Evrim’den daha küçük,” diye birkaç kez söylediğinde içim acımıştı. Çünkü onun kızı yürüyor, koşuyor ve konuşuyordu. Ama Evrim hala bebekti. Tabii ki komşumuzun kötü bir niyeti yoktu. Sadece Evrim’in hasta olduğunu bilmediği için, Evrim’in durumunu anlayamıyordu.
Evrim’i ayda bir fakülteye kontrole götürüyorduk. Kardiyoloji Bölümüne… Kalpteki delik bir yaşına kadar, bazı çocuklarda kapanırmış. Evrim bir yaşındayken Samsun Tıp Fakültesi, onu Hacettepe Kardiyoloji Bölümüne sevk etti. Artık hayatımıza yeni bir dönem eklenmişti. Ankara maratonu… Her kontrole gidişimiz bir roman. İnsan yaşadığı her sıkıntıyı anlatmaya kelime bulamıyor. Sadece yaşayanlar anlayabilir. Şu an kelimeler kalemimden çıkıyor ama, yine de yaşadıklarımın onda birini yansıtabiliyorum. Yaşamak gerekir denir ya, aynen öyle…
Evrim’i bir yaşında hastaneye götürdüğümde, doktorlar çok şaşırdı. Altı günlük iken gördükleri ve en fazla yirmi dört saat yaşar dedikleri Evrim bir yaşında, ölmemiş ve karşılarında duruyordu. Şaşkındılar. Bizimle çok ilgilendiler. Evrim’in gelişmesini çok iyi buldular ve fotoğrafını çektiler. Hatta Evrim kendisini muayene eden doktorun elinden stetoskobu almaya çalışıyordu. Duvardaki resimleri elliyor, tepki gösteriyordu. Doktorların şaşkınlığından kendime pay çıkarıyor, seviniyordum. Bu bir mucizeydi doktorlar için. Yaşamaz dedikleri çocuk yaşamış, üstelik gelişme göstermişti. Bu durum benim için büyük bir cesaret oldu. Yeniden güç topladım. Devam edecektim çocuğumu eğitmeye. Elimden geleni yapacaktım, kızımı yaşıtlarına yetiştirmek için…
Evrim’in durumuna doktorlar çok sevindi. Biz Evrim gibi çok çocuk görüyoruz ama, siz çocuğu eğitmişsiniz. Down Sendromlu çocuklar eğitilmezlerse “hayvandan” farksız olurlar. Tırnak içindeki kelimeyi aynen kullandı. Evrim gelişiyordu ama çok yavaş…
Hastalıkları olmasa, belki daha fazla gelişme gösterecekti, ama hastalıklar bir türlü yakasını bırakmıyordu. Dokuz-on yaşlarına kadar sürdü iştahsızlık, aşırı terleme, zatürree, bronşit, ishal, kusma. Bu durum bir döngü gibi sürüyordu.
Fakülte bizi Hacettepe’ye sevk ettiği zaman maddi ve manevi sıkıntıya düşerdik. Ev yaptırıyorduk, borçluyduk. Ankara’da kalacak yakın akraba, dost yoktu. Benim Öğretmen Okulundan arkadaşım Nuran vardı. Eşimin de bir arkadaşı varmış. Biz ikisinin adreslerini alarak yola çıktık. Bebeğimiz olduğu için, otelde kalmayı tercih etmedik. Mama pişirmek, bez yıkama gibi nedenlerle ev ortamında daha rahat edebiliriz diye düşünmüştük. Yolda yarım saatlik molada Evrim için mama pişirirdim. Lokantacıya ricada bulunup altını değiştirirdim. Kendi ihtiyaçlarımızı karşılamaya zaman yetmezdi. Şimdilerde yolculuk yaparken, yarım saat dolmak bilmiyor. Ankara’ya vardığımızda sabah olmuştu. Günün ilk ışıklarıyla Hacettepe Hastanesi’nin kapısında belirdik. Nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Üstelik elimizde çantalar… Evrim yine hasta, durumumuz perişan. Çantaları bir kenara bıraktık. Poliklinik, resmi yazılar, laboratuar, röntgen kuyrukları derken, yol yorgunluğumuzla bütün günümüzü kuyruklarda geçirmişiz. O zaman hatırlıyorum da, en çok idrar tahlili sırasında zorlanmıştık. Demek o kadar bunalmışız ki, bir bayan bizi görmüş ve acımış. Dünya küçük derler ya, yıllar sonra Hacettepe Hastanesi’nde o bayanla yine karşılaştık. Bayan bizi tanıdı. Ben tanıyamadım. “Kızım,” dedi, “bu çocuk küçüktü, siz gençtiniz, yanınızda eşiniz de vardı. Laboratuar önünde siz çocuğun idrar tahlili için uğraşıyordunuz ve çok bunalmıştınız. Size acımıştım. Şimdi o çocuk bu mu?” diyerek Evrim’i gösterdi. Belli ki, Evrim’in bu kadar düzelmiş olmasına çok şaşırmıştı.
Evrim’i hastaneye yatırdık. Hastaneden çıktığımızda elimizde iki adres vardı. Uykusuz ve yorgunduk. Taksiye bindik ve şoföre adresleri gösterdik. “Bu iki adresten en yakın hangisine gidilir?” diye sorduk. Şoför, Cemil’in arkadaşının evinin daha yakın olduğunu söyledi ve oraya gitmeye karar verdik. Vardığımızda evde yoklardı. Şimdiki aklım olsa, ne olursa olsun, otele giderdim. Maddi sıkıntımız vardı ama, cahillik işte, düşünemedik. Arkadaşımızda kalacağımız için, Yakakent’ten gelirken yanımızda yiyecek bir şeyler getirmiştik. Söylemesi ayıp balık, kıyma, tereyağı vs. Kalacağız ya, elimiz boş olmasın diye… Cemil’in arkadaşının adını hatırlayamıyorum şimdi. Biz onlar gelene kadar parkta bekledik. Akşam olunca işten geldiler. Bize çok sıcak davranmadılar. Beyefendi daha sıcaktı, eşimi sarmaş dolaş samimi bir şekilde karşıladı ama, eşi için aynı şeyi söyleyemiyorum. Bayan mutfağa girdi. Ben de ona yardım ettim. Birlikte yemeği hazırladık ve yedik. İşten gelirken pazara uğramışlar ve kiraz almışlar. Karı-koca konuşurken istemeyerek duydum. Pazara girdiklerinde aldıkları kiraz küçükmüş, tam pazardan çıkarken iri kiraz görmüşler, ondan da almışlar. Karı-koca sofraya koyacakları kirazı tartışıyorlardı. Beyefendi, “Misafir var, iri kirazı koyalım,” diyor, hanımı ise, “Küçük kirazı koyacağız,” diyordu. Bunu kulaklarımla duydum. O an hissettiklerimi düşünün. Neyse karar vermişler, iki kirazı koyup karıştırmışlar. Kirazları yerken bayan eşine, “İrilerini ben yiyeceğim, küçüklerini sen ye,” dedi. Tabii ki o lafı eşine söylemişti, ama ben üstüme alınmıştım. Duyduklarımdan sonra o kirazdan yemem imkansızdı. Ayıp olmasın diye bir tane küçük kiraz aldım. Canım Cemil’im, habersiz yiyor kirazlardan, irisinden, küçüğünden. Benim çocuğum hasta, hastaneye yatırmışım, yorgunum, üzgünüm, kiraz zaten umurumda değil. Belki de tek ihtiyacım olan şey, sadece biraz güler yüz ve biraz olsun teselli. Yemekten sonra onların bir programı varmış, bir yere gideceklermiş. Müsaade isteyip gittiler. Bize yatacak yer gösterdiler. Fakat her şey önceden kullanılmıştı. Yani kirliydi. Misafire gösterilmesi gereken değeri göstermemişlerdi. Neyse, uyuduk. Sabah oldu ve bizi hastaneye götürmeyi teklif ettiler. Fakat akşamki muameleden sonra orada kalamazdık. Kibarca diğer adrese götürmelerini istedik. Eşyalarımızı toplayıp benim arkadaşıma doğru yola çıktık. Nuran çok candan biriydi. Arabaya kadar indi. Biz eşyalarımızı bırakıp hastaneye gittik. Evrim, hastanede dört gün kaldı. Biz dört gün boyunca Nuran’ın yakın ilgisiyle orada kaldık.Son gün biletlerimizi almış, Samsun’a dönecektik ki, ben hastalandım. Ben üzüntü ve stresten hastalandım. Yataktan kalkamıyorum, hiçbir şey yiyemiyor ve sürekli kusuyordum. Ateşim çok yükselmişti. Araba saatimiz yaklaşıyordu. Nuran’ın beyi eşime, böyle yolculuk yapamayacağımızı söylüyordu. Ben de, yatarak da olsa giderim, diyordum. Arkadaşım yiyecek bir şeyler hazırlamıştı. Fakat yiyemiyordum. Kendimi zorladım, yine de dönmek istiyordum. O halimle Samsun’a döndük ama, siz bir de bana sorun.
İşte ilk Ankara yolculuğumuz böyle geçmişti. Her Ankara yolculuğu bir maceraydı.
Evrim yavaş yavaş gelişebiliyordu. Desteksiz oturabiliyordu. Ama yatarken oturma durumuna gelemiyordu. Hiç abartmıyorum, tam bir yıl annem, yengem ve ben, hangimiz olursa olsun, Evrim’i yatarken gördüğümüzde, oturur duruma getiriyor ve ona nasıl oturulacağını öğretiyorduk. Önce kendimiz yanına yatıyor, sonra kalkıyorduk. O da bakarak öğrensin diye. Yerden kalkmayı öğretmek tam bir yıl sürdü. Ama başarmıştı. Artık yerden kendisi kalkabiliyordu. Evrim’in başardığını görünce umutlanıyor, yeni beceriler öğretmek için çabalamaya başlıyorduk. Evrim’in söylediğimiz şeyleri anlaması çok hoşuma gidiyordu. Konuşamıyordu ama, söylediklerimizi anlıyordu. Bir gün köyde örgü örüyordum. Evrim de yanımda kendi kendine oynuyor. Örgüyü bırakıp mutfağa gittim. Odaya geri geldiğimde şişimin teki yoktu. Evrim onu kilimin altına saklamıştı. Kendisi yine oynuyor. Şişi aradım, sağa sola baktım, Evrim’in alabileceğini hiç düşünemiyordum. Evrim sadece oturuyordu. Yürümüyordu. Örgünün yanına gelmesi imkansızdı, ama nasıl yaptı bilemiyorum. Şişi saklamıştı. Diğer şişi aldım, Evrim’in yanına oturdum, “Bunun diğeri nerede kızım?” diye sordum. Evrim kilimi kaldırıp şişi bana verince çok şaşırmıştım. Evrim’le ciddi konuşulduğunda, yapmayacağı şey olmaz. Şimdi düşünüyorum da, örgü örmek yerine onunla oynamamı mı istiyordu acaba?
Günlerimiz böyle geçerken, hamile olduğumu öğrendim. Yine Ankara’ya kontrole gitmemiz yaklaşmıştı. Hamile olduğum için hemen gittik. Doktorlara yine hamile olduğumu, Down Sendromu olur mu endişesine kapıldığımı söyledim. Doktorlar çocuğun sağlıksız olma ihtimalinin yüzde yirmi beş olduğunu söylediler. Bu çok büyük bir riskti benim için. İkinci bir hasta bebeğe katlanamazdım. Bu durumda hamileliğime son vermek istiyordum. Doktorlar Evrim’den kan aldılar, kromozom incelemesi yaptılar. “Biz size haber veririz. Hamilelik ilerlese bile, çocuk özürlü olacaksa hamileliğe son verilebilir,” dediler. Ben sonucu bekleyemiyordum. Samsun’a döndüğümüzde, hemen bir kadın doğum uzmanına gittim. Bebeğimi aldıracağım. Zayıf sinirlerim bozuktu. Doktor da bebeğimi bu durumda alamayacağını söyledi. Sinir hapları ve vitaminler verdi. Bunları kullanıp bir hafta sonra gitmemi söyledi. Ben başka bir doktora gitmeye karar verdim. Alanında uzman olan Mithat Kanık isimli doktora öneriler üzerine gittim. Doktora durumumuzu anlattık. O da benimle bir saat konuştu. Dışarıda hastalar bekliyordu. Kitaplarını açtı, okudu ve bana çok güzel açıklamalar yaptı. Down Sendromlu bir çocuğun olmasının şanssızlık olduğunu, herkesin başına gelebileceğini söyledi. Ama bundan sonra doğacak bütün çocuklarımın böyle olacağı anlamına gelmiyordu. Kendisi bize yüzde doksan dokuz şans verdi ve beni bu çocuğu doğurmam konusunda ikna etti. Şimdi Seçil’e –diğer kızım- “Sen Dr. Mithat Kanık sayesinde ayaktasın,” diyorum.
Hamileliğim nasıl geçti, empati kurun. Şimdiki gibi ültrason ve benzeri teknolojiler yok. Bu şekilde dokuz ay geçti. Seçil sağlıklı bir bebekti. Çok mutlu olmuştuk. Evrim’in sağlıklı bir kardeşi olmuştu. Sevincimiz Evrim’in rahatsızlığına olan üzüntümüzü azaltmıyordu ama, yine de sağlıklı bir bebeğimiz olduğu için çok mutluyduk. Bundan sonraki dönemde Evrim’in gelişimi daha hızlı oldu. Birçok şeyi Seçil’le birlikte öğreniyordu. Benim için iki bebeğin bakımı daha da zordu. İki çocuğun bezi, maması… Çünkü Evrim de daha yürümüyor, ikisi birden arabaya da binemiyordu. Şimdi ikiz bebekler için bebek arabaları var. O günlerde böyle şeyler yok. Benim hiçbir sosyal hayatım yok. Köyde oturuyoruz. Okulun küçücük lojmanında. Akşam 18.00’de açılacak televizyonu dört gözle bekliyoruz. Çocuklarımla oynamak, ilgilenmek için çok vaktim oluyordu. Seçil bir yaşına yaklaşırken yürüdü. Evrim de o aralar kenarlara tutunarak yürümeye çalışıyordu. Kısa süreli ayakta duruyordu. Seçil bağımsız olarak ilk adımı attığında, Evrim korku ve şaşkınlık arası bir tepki gösterdi. –Düşecek der gibi- Ben de, “Evrimciğim bak, Seçil yürüyor. Düşmedi, düşmez de. Sen de yapabilirsin,” dedim. Odanın ortasında ayakta durdurdum ve iki-üç adım attığında tutunabileceği divanın karşısında bıraktım. “Haydi, sen de yap,” dedim ve Evrim o gün yürüdü. İnanın bu anlattıklarımın bir kelimesi abartı değil. Evrim bağımsız olarak ilk adımını attığında üç buçuk yaşında idi. Biz sevinçten çığlık atıyorduk. Ben her zaman, zihin engelli çocuğu olanlara ikinci bir kardeş yapmalarını önermişimdir. Hala da öneriyorum. Konuşmayı da Seçil’le beraber öğrendi. İlk söylediği kelime “Anne” idi. Ama Evrim için herkes anneydi, her şey anneydi. Babası, Evrim “anne” dedikçe, “Kızım ben babayım,” derdi. Ama Evrim yine “anne” demeyi sürdürürdü. Canım, baba oldu ama, “Baba” kelimesini duyamadı. Çünkü Seçil bir yaşındaydı, o da konuşamıyordu, babamızı kaybettik. Şimdi bizim için hayat, olduğundan daha zor hale gelmişti. Üç buçuk yaşında zihinsel engelli Evrim, bir yaşında Seçil ve ben. Biz üçümüz annemlere yerleştik. Annem, ağabeyim, yengem ve iki çocukları ile birlikte oturacaktık artık. Yengemin çocukları olan Murat yedi yaşında, Betül beş yaşında idi. Kocaman, yedi kişilik bir aile olmuştuk. Bir araya gelmemiz en çok Evrim’e yaradı. Herkesten bir şeyler öğreniyor, daha fazla ilgi görüyordu. Evrim ve Seçil, Murat ve Betül gibi, dayılarına baba, anneannelerine babaanne, yengelerine de cicianne dediler.
Evrim’in hastalıkları, büyüdükçe biraz azalmıştı ama, rutin kontrolleri devam ediyordu. Evrim hastalanıp da doktor iğne verdiğinde yine ebeye gidiyorduk. Ama ebe yine söylenmeye başlıyordu, “Hoca Hanım, doktor bir daha iğne verirse Evrim’i bana getirme. Çocuğun iğne vuracak yeri kalmadı, içim acıyor, dayanamıyorum artık…” Kime vurduracağım diye kendi kendime düşünüyorum bu arada. Ailemde bir sağlıkçı olsa keşke diye dua ederdim. Şimdi var ama, şükür Evrim hasta olmuyor eskisi gibi… Garip ama, Evrim yaz tatillerinde hastalandığında sevinirdim ben. Çünkü yazları Yakakent kalabalık olurdu. Tabii ki iğne vuracak insan bulmakta zorlanmazdım. Yani yaz gelince Evrim’in ebesi dinlenirdi, ama Evrim yaz kış dinlenmezdi.
Yine bir iğne maceramızda ise; Seçil dört-beş yaşlarında. Amcamızın kızı olan Gülay Ablamın eşi Erhan Enişte, Evrim’e iğne yapacak. Evrim, Seçil ve ben yola çıktık. Bu kez farklı bir yere gidiyoruz ya, Evrim iğne olacağını anlamadı. Yoksa hemen ağlamaya başlar, biz de onu zorla götürürdük. Gülay Ablalara vardık. Erhan Ağabey iğneyi hazırladı. Enjektördeki havayı aldı. Ben içimden, öyle bir şey olsa da, iğnenin acısını ben hissetsem, yavruma bir şey olmasa diye geçiriyordum. Bu sırada Erhan Ağabey iğneyi vurdu, Evrim başladı bağırmaya. Ben ayaklarını, Gülay Ablam kollarını tutuyorduk. Bu arada Seçil, ablasının canının acımasına dayanamayıp henüz ilaç verilmeden Erhan Ağabeyin elindeki iğneyi ablasının kalçasından çıkardı. Erhan Ağabey çok kızdı, Seçil’in peşine düştü. Ama Seçil çoktan eve kaçmıştı. Erhan Ağabey, “Yakalasaydım, kıracaktım bacaklarını afacanın,” diye söyleniyordu. Zaten Erhan Ağabey benim zorlamalarımla iğneyi vuracaktı. Çünkü penisilin iğnesini kimse vurmak istemiyordu. Evrim’in canı çok acımış, üstelik iğne olamamıştı. Erhan Ağabey de bir daha vurmadı. Şimdi bir araya geldiğimizde, Erhan Ağabey Seçil’e takılır ama o hatırlamıyor bile. Sonraki yıllarda Yakakent’e Sağlık Ocağı açıldı da, Evrim’e iğne vurdurmakta zorlanmadım.
Hacettepe Tıp Fakültesi’nde altı ayda bir kontrollerimiz vardı. Çünkü Evrim, zeka geriliği yanında, bir de kalbinden rahatsızdı. Ankara’ya sevk yaptırmak ayrı bir olaydı. Okuldan aldığım sevki Yakakent Sağlık Ocağı’na, oradan Bafra Devlet Hastanesi’ne götürürdüm. Bafra Devlet Hastanesi de Ankara’ya sevk ederdi. Ama bu kez sevk vermiyorlardı. Benden Hacettepe Tıp Fakültesi’ndeki doktorların yazdığı kontrole çağrı sevk kağıdının fotokopisini istiyorlardı. Yoksa sevk etmiyorlarmış. Bafra Devlet Hastanesi’ndeki doktorun yanına çıktım, durumumu açıkladım. “İnsan olarak anlıyorum ama, benim yapabileceğim bir şey yok, ben sadece doktorum,” diyordu. Başladım ağlamaya. Ama güçlü olmalıydım. Bir şeyler yapmalıydım. Kendimi toparladım. Altı ay önce yapılan sevk kağıdını nasıl, nereden bulabileceğimi düşünmeye başladım. Birden aklıma sevk kağıdının bir nüshasının yolluk almak için mal müdürlüğüne gönderildiği geldi. Aşağı yukarı Ankara’ya gittiğim tarihi biliyordum. Yakakent’e gidip o sevk kağıdını bulabilirdim. Ama o günün şartlarıyla Bafra’dan Yakakent’e gidip tekrar dönmemin alacağı zamanı düşününce, başka bir yol bulmalıydım. Başhekimin yanına çıkarak durumumu anlattım. Başhekim beni dinlediğinde halime acımış olacak ki, Yakakent Sağlık Ocağı’na, altı ay önceki sevke istinaden benim sevkimi yapabilmek yetkisini, sevk kağıdı üzerinde belirtti. Sevk işini halledip otobüse bindiğimde anlamıştım yorgunluğumu ve baş ağrımı.
Gece boyunca süren yolculuktan sonra, inince bir de Evrim’le ilgilenmem gerekiyordu. Çünkü hem hasta, hem de yürümeye yeni başladığı için çok hızlı hareket edemiyor. Hatta alıp başını gittiği bile oluyordu, bu yüzden sürekli kontrol ediyordum. Özellikle hastanenin içinde ben resmi işlerle ilgilenirken arkamı dönüp bakıyordum ki, Evrim yok. İlk bulduğu merdivenlerden inmiş, ya da çıkmış. Bu sefer iki koldan hastanenin içinde Evrim’i arıyorum. Onu kaybetmekten korktuğum için genellikle kucağıma alırdım. Yanımda annem olurdu ama, o yaşlı ve rahatsızdı. Ona da kıyamazdım, Evrim’in peşinden koşturan ben olurdum.
Hastanede muayenemiz bitince, sevk kağıdını yazdırıp çantamın fermuarlı gözüne bir nüshasını hemen koyardım ki, bir daha sorun yaşamayayım. Hastane işleri biraz karışık tabii. Arkadaşlarım sürekli olarak bana, “Sen bu işi öğrenmişsin. İyi beceriyorsun,” diyorlar. Halbuki ben de doğuştan bunları bilmiyordum. İş başa düşünce insan öyle bir öğreniyor ki…
Evrim’in büyümesi için çok çaba harcamıştık. Evrim yürüyünce sanki büyümüş gibi olmuştu. Çok sevinmiştik. Zaten Seçil de yürüyordu ve üzerimden büyük bir yük kalkmıştı. Artık anneliğin keyfine de varabiliyordum. İkisini birlikte giydirip ellerinden tutup dışarıya çıkabiliyorduk. Tabii ki tek başıma değil. Sağ olsun, ailem yine bana yardımcıydı. Evrim yeni yürüdüğü için, kendisini tehlikelere karşı korumakta tecrübesizdi. Mesela her bulduğu yolun sonuna kadar gitmek istiyordu. Bu yolların sonları da genelde bir evin üstü olurdu.
Eğer hep birlikte evin önünde oturuyorsak, Evrim bir ara kaybolurdu. Merdiven çıkmayı çok severdi. Bir keresinde ben okuldayım. Çocuklar da hep beraber oynuyorlar. Betül, Seçil, Evrim. O sırada Evrim yine almış başını gitmiş ve komşumuzun üç katlı evinin merdivenlerinden çıkmaya başlıyor. Üstelik ne merdivenlerin korkuluğu, ne de üstte bir çatı var. Düşmeden en üst kata kadar çıkıyor ve inşaatı devam eden üst katta bulduğu bir eski bisikletle oynamaya başlıyor. Ekseriya bisikletleri elinde gezdirmeyi pek severdi. Yine aynı şekilde bisikleti kenara sürmüş, Allah koruyacak ya, bisiklet kolon demirlerine takılmış. Evrim tam bisikleti oradan kurtarmaya çalışırken annemler Evrim’i orada bulmuşlar. Demire takılmasaydı, sonunu düşünmek istemiyorum.
Sürekli gözümüz üzerindeydi. Ama yine de Evrim’i böyle, komşuların çatılarından çok indirdik. Bir ara da Samsun-Sinop karayoluna dadanmıştı. Sürekli alıp başını gidiyordu. Aslında ortadan kaybolunca gideceği yerler belliydi. Biz de birkaç koldan oralara bakar ve sonunda mutlaka bulurduk. Ama her seferinde ayrı bir panik yaşardım.
Hemen aklıma bir kaybolma olayı daha geldi. Bir bayram günüydü. Yakakent Belediye otobüsü Samsun’a gidecek yolcuları durup alıyordu. Bizim sokağın başında durup yolcu alırken Evrim de otobüse binmiş. Bizden kimse yok. Muavin fark etmemiş. Binen yolculardan birinin çocuğu zannetmiş. Evrim otobüse oturmuş, tek başına Samsun’a gidiyor. Yine Allah korumuş ki, birkaç durak ileriden bizi ve Evrim’i tanıyan biri otobüse biniyor. Evrim’i görüyor ve bakıyor ki yalnız, otobüs tam Yakakent’ten çıkmak üzereyken otobüsü durdurup yine tanıdık biriyle Evrim’i eve gönderiyor. Yakakent küçük bir ilçe olduğu için Evrim’i herkes tanıyor ve sahip çıkıyordu. Allah korudu da, başına çok önemli bir olay gelmedi. Sadece kısa süreli korku ve sıkıntılar yaşadık bu konularda. Evrim’i bir alışkanlığından vazgeçirmek en az üç yılımızı alırdı. O alışkanlığından vazgeçerdi ama, başka bir şeye takılırdı. Mesela bir ara yerleri koklardı. Evet, evet yanlış okumadınız. Herkesin uyumasını bekler, takip ederdi. Kendisi yatar ama uyumazdı. Sonra kalkar, oturma odasındaki halıyı koklardı. En az beş on dakika sürerdi. Tabii çok anlamsız olduğu için biz de vazgeçirmeye çalışırdık. Vazgeçirirdik ama, Evrim yeni bir alışkanlık türetirdi.
Onun kendine göre geliştirdiği bir intizam düzeni vardır her zaman. Mesela bir davranışı ilk yaptığı zaman, nerede ve ne şekilde yapmışsa, bundan sonra hep o şekilde ve yerde yapacak. Hiç çaresi yok. Örnek vermek gerekirse, diyelim ki, üstünü odanın belirlediği bir köşesinde çıkardı, pijamalarını giydi ve yine belirlediği sandalyeye eşyalarını yerleştirdi. –Bu arada çok titiz olduğu için bir çorabını on dakikada katlardı.- Ertesi akşam o sandalyede biri oturuyorsa, yandık. Evrim, o kalkmadan üstünü giyinmez.
Kahvaltıda ekmeği kimden aldıysa hep ondan alacak. Başkasının verdiğini almaz. Ya da meyve dolu sepetten bir elmayı gözüne kestirdi mi, o elmayı siz tahmin edip ona vermelisiniz. Çünkü ondan başkasını yemez. Böyle şeyler işte. Şu ara da yatağa benden önce girecek mutlaka. Eğer ben fark etmeyip ondan önce yatarsam, ya yatmaz ya da bir yolunu bulup beni kaldırır. Evrim’le yaşamak tiyatro oynamak gibi. Sürekli onu anlayıp ona göre davranacaksınız. Biz ailecek alıştık.
Bu arada güzel şeyler de oluyordu. Evrim Seçil’le birlikte büyüyor, bazı alışkanlıkları kazanıyordu. Tuvalet alışkanlığını da Seçil’le birlikte kazandı. İki çocuğun bezinden kurtulmak beni çok rahatlatmıştı. Evrim’e daha fazla zaman ayırıyor ve konuşma çalışmaları yapıyordum. Elimde dil eğitimiyle ilgili bazı kitaplar vardı, onlardan yardım alıyordum.
Evrim Seçil’den çok şey öğrendi. Seçil’e bisiklet almıştım. Seçil biniyordu. Binmediği zamanlar da Evrim elinde sürüyordu. Bu durum uzun süre devam etti. Biz oyalansın, bisiklete binme özlemini gidersin diyorduk. Bir gün pencereden bakarken, Evrim’in bisikleti sürdüğünü gördüm. Bir yandan da bağırıyordu: “Ben bisikleti sürüyorum. Bana bakın!..” Çok sevinmişti. Ben de çok şaşırmış ve sevinmiştim. Evrim’in her zor şeyi başarması, bundan sonraki zor şeyleri öğrenmeye götürüyor, beni yüreklendiriyordu.
Doktorlar Evrim dokuz-on yaşlarındayken kalbinden ameliyat olacağını söylemişlerdi. Belli bir kilosu olmalıymış. Nihayet ameliyat zamanı geldi. Biz Ankara’ya yolculuklarımızı sıklaştırdık. Önce eko yapıldı. Yirmi gün sonra katater yapılması için çağırdılar. Sevk alıp sevk yaptırmak konusunda bunalmıyordum artık, her şeyi öğrenmiştim. Katater için hastaneye gittik. Zor bir tetkik bu. Benden imza aldılar, izin veriyorum diye. Uzun bir süre, katater yapılan bölümün kapısında oturdum, hiç kıpırdamadan, sanki nefes bile almıyordum. Sanki kımıldarsam ses olur ve o sesle doktorların dikkatini dağıtırım ve çocuğuma kötü bir şeyler olur diye düşünüyorum. Koridorda yürüyen insanlara, yavaş yürüyün, konuşmayın diyesim geliyordu. Bu şekilde ağlayarak bekledim, Evrim’in kataterden çıkmasını. Evrim bitkin, ağzı, dudakları kurumuş bir şekilde çıktı ve odasına götürüldü. Bizi yanına almadılar. Durumunu telefonla öğrenebiliyordum. Ameliyat için gün alındı. Hazırlıklar tamamlandı. Aradan ne kadar geçti hatırlamıyorum ama, ameliyat için tekrar Ankara’ya geldik. Öğretmen evinde kalıyorduk. Evrim’i hastaneye yatırdığımda, hastane koridorlarında koşuşturmalarımı anlatmadan geçemeyeceğim. Şimdi düşünüyorum da, annemi neden bir yere oturtup bekletmemişim? O yaşlı kadın peşimizde, bir koridordan diğerine dolanıyorduk. İşlemler sırasında bir yerden bir yere giderken, ben koşarak gidiyorum. Köşeden döneceğim zaman ne tarafa döndüğümü annem görsün diye arkama bakıyorum.
Evrim’in ameliyatı Dr. Yurdakul Yurdakul Bey tarafından yapılacaktı. Nisan 1986. Ameliyat günü geldi. Bekliyorduk ama, o gün ameliyat olamadı. Servise haber geldi. Evrim yemeğini yesin, ameliyat kaldı diye. Doktorlarla görüştüm, ameliyatın bir gün ertelendiğini söylediler. Bir gün sonra yine hastanedeydim. Yemek vaktiydi. Evrim’in karnı çok acıkmıştı. Yemeği görünce, Evrim hemen yatağından doğrulup yemek masasını çekti. Yemek yeme pozisyonuna geçti. Aşçı, “Evrim Ak sana yemek yok,” deyince, Evrim’in halini görmeliydiniz. İşte ben o zaman koptum. Dayanamadım. Koridora çıktım dolaştım. Yine ameliyata çağrılmayı bekliyoruz. Saat üç-dört gibi, bir telefon daha… Evrim’in ameliyatı yine kaldı. Yine gittim, dışarıdan yiyecek bir şeyler aldım. Evrim’in karnını doyurdum. Öğretmen evine geri döndüm. Düşünmeye başladım. Bütün gece düşündüm. Benim çocuğum sağlıklı olsa ameliyatı kalmaz. Down Sendromu olduğu için, ölürse ölsün diye bakıyorlar diye düşünüp üzülüyor, kahroluyordum. Sabah olunca hastaneye gittim. Doktor Beyle görüşmek için odasına gittim. Özel doktorumuz olmadığı için Yurdakul Beyi ilk defa görüyordum. Kendimi tanıttım, Evrim Ak’ın annesiyim diye. Çocuğumun durumu hakkında bilgi istiyorum dedim. Evrim’in dosyasını aldı. Kısaca rahatsızlığından bahsetti. Çok basit bir ameliyat olduğunu söyledi. Çok iyi bir profesördü. Ben olanları anlattım. O da, “Hastanede narkoz sıkıntısı çekiliyor şu aralar. Evrim’in durumu iyi. Acil hastalar olduğu için Evrim’in ameliyatı kalıyor,” diye açıklama yaptı. Ben ise, “Hocam benim çocuğum hasta, zeka özürlü olabilir, ama bir can. Onun aç kalmasına dayanamıyorum. Ameliyat olmayacaksa, yemek verilsin. Ben çocuğumun kesin ameliyat olacağı günü öğrenmek istiyorum,” dedim. Hoca bana gün verdi. “Ben doktorlara söylerim,” dedi. “Ameliyatın saati öğleden sonraya denk geldiği için sabah kahvaltı yapabilir,” dedi. Hoca ile konuşunca biraz rahatladım. Hocanın verdiği gün ameliyat oldu. Ameliyat üç saat sürdü. Yoğun bakım ünitesinin önünde annem, ben ve Siirtli bir bey sabaha kadar bekledik. Annemle Öğretmen Evine geri döndük. Ben saat başı telefon açıp Evrim’in durumunu öğreniyorum. İki gün böyle sürdü. Evrim iyileşti ve taburcu oldu. Zamanla hastalıklara karşı direnci de arttı. Önceki gibi sık sık hastalanmıyordu. İğne kullanmalarının arası da uzamıştı.
Evrim artık büyüyor, öğrendiklerine de sürekli yeni şeyler katıyordu. Yavaş da olsa öğreniyor, zor öğreniyor, ama öğrendiklerini unutmuyordu. Öğrendiği her şey bana tarif edemeyeceğim kadar büyük mutluluk veriyordu. Seçil’i aşırı derecede seviyor, bir o kadar da kıskanıyordu. Seçil’in okul yaşı gelmiş, okul hazırlıkları yapılıyordu. Evrim de bu hazırlığı fark etmişti. İşte beni en çok üzen durumlardan biri de buydu. Diğer sağlıklı çocuklar gibi okula gidememesi, okuyamaması ve arkadaşlarının olamaması, hatta Evrim’in ileride evlenemeyeceği duygusu… Evrim’in okula gitmesi için bir şeyler yapmayı düşünüyordum. RAM’la (Rehberlik Araştırma Merkezi) ilişkilerimi sürdürüyordum. Bizim çocuklarımızın da kendi seviyelerine uygun okulları olmalıydı. O zamanlar bazı ilkokullarda özel alt sınıflar vardı. Fakat Yakakent’te öğrenci az olduğu için özel alt sınıf kapatılmıştı. Murat, Betül ve Seçil okula gidiyorlar, ama Evrim gidemiyordu. Bu durum Evrim’i olumsuz etkiliyordu. Bunun için başka yere tayin istemeyi de düşündüm. Bu zamana kadar bana destek olmuş, çocuklarımı büyütmüş insanların şimdi bana ihtiyaçları vardı. Ağabeyim de ölmüştü. Şimdi annemin, yengemin ve çocukların babası ben olmuştum.
O yıl okullara ana sınıfı açılması mecburiyetiyle ilgili yazı gelmişti. Bu benim de Evrim için çok istediğim bir şeydi. Hemen hazırlıklara başladık. Çalışan birkaç anne ile birlikte öğrenci bulmak için dolaştık. On beş öğrenciyi bulmak, mekanı hazırlamak gerekirdi. Hepsini hazırladık. Okul açıldı. Açıldı ama ben yıkıldım, mahvoldum. Okul Müdürümüz Zihni Bey beni yanına çağırdı. Evrim’in, yönetmelik gereği ana sınıfında okuyamayacağını söylediği an yıkılmıştım. Bir de çocuğumu, okula gideceksin diye günlerdir hazırlamıştım. O da çok ümitlenmişti. Hatta ana sınıfının yerini göstermiştim. Şimdi oranın kapısından ayrılmıyordu. Ama ben yılmadım. Evrim’i okula getirebilmek için her şeyi yaptım. O yıl birinci sınıfları okutuyordum. Evrim’i kayıtsız olarak kendi sınıfıma aldım. Evrim’in okul maratonu başlamıştı. Çok mutlu olmuştuk ama, Müdür Bey mutluluğumuza gölge düşürdü. Evrim’in okulda üçüncü günüydü. Müdür Bey, toplantı için bütün öğretmenleri topladı. Konu, sınıflarımızdaki kayıtsız öğrenciler… Toplantıda, sınıflarımıza kayıtsız öğrenci almayalım diyerek ortalığa konuştu. Ana Sınıfı Yönetmeliğini söylediği zaman, dünyası yıkılarak sessizce kabullenip odadan çıkan ben, bu kez susmadım. O sessizliğim aslında çok büyük bir tepkiydi anlayana. Şimdi söyleyeceklerimi söylüyordum. “Müdür Bey,” dedim, “bunun için bütün öğretmenleri toplamanıza gerek yoktu. Kayıtsız öğrenci birinci sınıfta olur. Bu okulda sadece iki tane birinci sınıf var. Sadece bizi çağırsaydınız yeterliydi. Diğer birinci sınıfta kayıtsız öğrenci zaten yok. Kayıtsız öğrenci benim sınıfımda ve benim çocuğum. Değil size, Cumhurbaşkanına şikayete gitseler bile, kimse Evrim’i bu sınıftan çıkaramaz,” dedim ve toplantıyı terk ettim. Gittiğim yer belliydi, lavabo. Ağladım, ağladım, sonra yüzümü yıkayıp çıktım.
Şimdi engelli çocuk anneleri çok daha şanslı. Bizim çektiklerimizin onda birini bile çekmiyorlar. Yine de ben kendimi, birçok arkadaşıma göre şanslı görüyorum. Arkadaşım diyorum, çünkü bütün engelli çocuk sahiplerini öyle görüyorum. Bu olay yaşandıktan sonra, Evrim’in okula gidişiyle ilgili bir sorun çıkmadı.
Evrim o yıl bütün fiş cümlelerini okudu ama, sene sonuna kadar ancak iki fiş cümlesi yazabilmişti. Yıl sonunda Evrim’in eksik tarafı zekasıydı. Ama diğer çocuklardan fazla tarafı da vardı. Azmi ve gayreti…
Her gün okuma alıştırma kitabını alıp saatlerce okurdu. Ertesi yıl ben ikinci sınıfları okutmaya başladım. Ancak Evrim üç yıl daha birinci sınıfa devam etti. Sağ olsun arkadaşlar, kayıtsız olarak Evrim’i sınıflarına kabul ettiler. Evrim’in ikinci öğretmeni Meysun Hanımdı. Evrim bir yıl önce fiş cümlelerinden sadece ikisini yazmıştı ama, o yıl bütün fiş cümlelerini yazdı. Kelimeyi de tanıdı. Üçüncü yılda heceyi de tanıdı. Heceyi de tanıdıktan sonra, evde ben de ilgilendim ve Evrim okumayı başardı.
Evrim aslında iki yıl önce de okuyordu. O zamanlar Evrim’in okuması çok ilginçti. Hiç kimse okumayı Evrim gibi öğrenmemiştir. Örneğin çiçek kelimesini şöyle okurdu:”Çok-İyi-Çok-Eve-Kapı” Yani fiş cümlelerinde öğrendiği kelimeleri söyleyerek okurdu. Gördüğü her harfi daha önce öğrendiği kelimelerle bağdaştırırdı.
Evrim dördüncü yılında okumayı yazmayı daha da ilerletti. Evrim’in en mutlu olduğu anlar kitap okuduğu zamanlardı. Hediyeler arasında, en çok kitap alınca mutlu olurdu.
Evrim dört yıllık ilkokul hayatından sonra bir daha Yakakent İlköğretim Okulu’na gitmek istemedi. Çünkü Betül İstanbul Ö. Darüşşafaka Lisesi’nde, Murat Samsun Sağlık Meslek Lisesi’nde, Seçil de Yakakent Ortaokulu’nda okuyordu. Evrim de kendince okul değiştirmesi gerektiğini hissediyor ve daha fazla aynı şeylerin öğretildiği birinci sınıfa gitmek istemiyordu. İşte o yıllarda Ankara’da zihinsel yetersiz çocuklar için okul açıldığını izledim. Bu okul benim yıllardır düşlediğim okuldu. Sayın Makbule Ölçen Hanım açıklamalar yapıyor, telefon numaraları ekranda geçiyordu. Hemen not ederek telefon açtım. Detaylı bilgi aldım. Artık orası Evrim’in okuluydu. Evdeki konuşmalarımızı çok dikkatli dinlerdi. İşte o yüzden Evrim de, Ankara okulu lafını dilinden düşürmemeye başlamıştı. Hatta bir keresinde Hacettepe’ye kontrole giderken, ben okulda kalacağım diye hazırlık yaparak gitmişti. Hazırlık olarak yanına birkaç defter ve kitap almıştı. Ankara’ya gittiğimizde, taksiye binip hastaneye giderken, gördüğü her büyük binaya bu benim okulum derdi. “İşte okuluma geldik.” Hatta şoför, Evrim’in bu sözleri üzerine geldik diye dururdu. Tabii bu okul isteği ve bir türlü kavuşamaması benim içimi acıtırdı. O zaman Gölbaşı’ndaki okula uğrayamadık. Evrim’le konuşarak ikna ettim. O Ankara’da tek kalırsa, onu çok özleyeceğimi söyledim ve geri döndük.
Aradan birkaç yıl geçti. RAM’dan bir zarf geldi. Açtım okudum. Samsun’da da Vakıf kuruluyormuş. Ben Evrim doğalı RAM’la ilişkide olduğum için o zamanki RAM Müdürü Selahattin Bal, okul açılışında benim de orada olmamı istiyordu. Bu çok güzel bir haberdi. O gün RAM salonuna gittiğimde, salon tıklım tıklımdı. Anladım ki, sadece Evrim değildi hasta olan. Evrim gibi birçok çocuk ve aileleri vardı. O gün, Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı kuruldu. Vakıf Genel Merkezini kuran Sayın Makbule Ölçen Hanıma çok çok teşekkür ediyorum. Samsun Şubesinin kurulmasında emeği geçen herkese minnettarım. Daha sonra Vakıfta pek çok kişi görev aldı. Her biri çocuklarımız için çırpındı. Herkese çalışmalarından dolayı minnetlerimi sunuyorum. Çünkü Evrimler bugün çok güzel şartlarda eğitim alıyorlar. Güzel işler üretiyorlar ve hatta para kazanıyorlar. Gelecek için hayal kurabiliyorlar. Evrim çalışacak, para kazanacak ve cep telefonu alacak.
Geçen yaz bir olay beni çok mutlu etmişti. Evrim okulda kolye, yüzük, bilezik yapmasını öğrenmişti. Bu yaptıklarıyla Yakakent’in turistik sahilinde stand açtı. Kurduğu masaya malzemelerini özenle yerleştirip müşterilerini bekledi. Kısa sürede hepsini sattı. Ben beş-altı metre arkasından takip ediyorum. Çocuklar gelip bakıyorlar, soruyorlar, Evrim de cevap veriyordu. İş yaptığının ve başardığının farkında, mutluydu. İlk yüzüğünü 500.000 liraya (50 Kuruş) satınca mutluluğu yüzünden okunuyordu. Benim mutluluğum ise tarifsiz bir duygu… Evrim para kazandığı için sevinirken ben, Evrim’i kazandığım için mutluydum. Evrim öğrendiklerine bir yenisini katmış, alışverişi ve parayı öğrenmişti.
Buraya yazdıklarım Evrim’le yaşadığımız yirmi altı yıllık hayatın içinden kısa olaylardır. Her olayı anlatmak mümkün değil. Acısıyla tatlısıyla, öfkeli, sevimli, inatçı yanlarıyla Evrim’le yaşamayı anlattım. Evrim mutlu olduğunda gözlerinin içine yansıyan ışığı izlemek, bana “Anneciğim,” dediği anları yaşamak, içten, duru, doğal sevecenliği ile… “Meleğim benim,” diyorum o zamanlar, “Kanatsız meleğim.” Öfkeli ve agresif olduğu zamanları unutturuveriyor insana içten bir sarılış, “Anneciğim, canım anneciğim. Seni çok seviyorum,” sözleri.
Bir keçi kadar inatçıdır Evrim. Görenlerin, nasıl katlanıyorsun diyecekleri kadar ısrarla bir olayın üstünde durması veya yaptırması… İşte böyle anlarda şunu düşünüyorum. Sağlıklı çocukla herkes başa çıkabilir. Evrim, fiziksel olarak yirmi altı yaşında ama onu her zaman, büyümeyen bir çocuk olarak değerlendiriyorum.
Benim çocuğum özel bir çocuk ve ben de özel bir anneyim…
Özürlü bir çocuğa sahip olan tüm anne ve babalar da özeldir.
Sabriye Ak