Solmayan Çiçekler
“İlkbaharı sonbahara çeviren bir hastalıktır bu,” dedi doktor. “Üzgünüm, çocuğunuz özel bir çocuk olacak, yaşıtlarının gerisinde kalacak, onunla sürekli ilgilenmeniz, tedavisini, ilaçlarını hiç aksatmamanız gerekiyor, ancak özel eğitim aldığı takdirde belirli bir noktaya getirebiliriz, üzgünüm, keşke gözlerinizde şu anda oluşan hüznü silebilsem.”
Bütün bu cümleleri sıralayıverdi bize, kucağımda henüz dokuz aylık, hiçbir şeyden habersiz, dünya güzeli oğlum için.
Bu konuşma, ben ve eşim için, hayattan yediğimiz en sert tokattı. Duymayı düşünmediğim bu sözcüklerin en yaralayıcısı da “İlkbaharı sonbahara çeviren” hastalık…
Gücümün nasıl tükendiğini, kalbimin nasıl acıdığını anlatacak sözcük yok ki…
Çaresiz ve bitkin eve geldiğimizde, henüz yedi yaşında olan büyük oğlum ürkek gözler ile kardeşine ne olduğunu sordu.
Ne diyebilirdim ki, kendimin bile reddettiği bu gerçeği ona nasıl anlatabilirdim? Allah’ım ne olur bu kabus olsun ve uyandığımda bunları hiç yaşamamış olayım. Ne olur Allah’ım, ne olur!
“İyileşecek oğlum, merak etme” dedim, sıradan, inançsız ve boş bir ifade ile.
Oysa, o yavrum nasıl beklemişti kardeşini, hiç kıskanmadan… Okuldan heyecanla geldiğinde ilk işi, onu görmek, onu koklamaktı. Yedi yaşındaki bir çocuğa nasıl anlatılırdı bunlar?
Eşimle uzun süre kabullenemedik, “Doktorlar yanılıyor, bizim çocuğumuzda bir şey yok” dedik. Peki, neyin nesi idi o nöbet, o yavrumu perişan eden ateşsiz, nedensiz gelen illet? “Yok canım,” diyordum içimden, “bir daha olmaz.” Beynimin bir türlü kabullenmeyişi… Ama bir daha oldu, bir daha, sayısız kez oldu. Hala da devam ediyor. Gerçi artık hız kesti ama, yapacağını yaptıktan sonra.
Ancak biz onu çok sevdik, ben sanki dünyada bir tek küçük oğlum varmış gibi, kendimi ona adadım. Babası onca işinin, sıkıntısının arasında onu hiç ihmal etmedi. Ağabeyi, harika bir ağabey oldu. Sevgimizin ona yansımasının sonucunu alıyorduk. İçtiği o kadar ağır ilaçlara karşın, günde sayısız geçirdiği nöbetlere karşın, geç de olsa yürüdü, gülümsemesi, sevgi dolu yüreğinden ve yüzünden hiç eksik olmadı.Kendisinden çok sonra doğanlara el sallayarak yol verdi. Hatta onlara, “Abi, abla” bile dedi her şeyden habersiz.
Böylelikle çok zor, ama hayatımızı derin etkileyen geçirdiğimiz beş yılın sonunda babamızın görevi nedeniyle başka bir kente göç etmemiz gerekti. Eğitimine yeni başlamıştık ve gittiğimiz kentte, Kayseri’de bu tür olanaklar var mıydı, bilemiyordum. Üstelik benim doğduğum, büyüdüğüm ve çok sevdiğim Ankara’dan ayrılmak bana çok zor gelmişti. Kayseri’ye yerleşmek beni yeniden panik atak nöbetlerimle baş başa bıraktı. Yeni geldiğim bu kentte ilk öğrendiğim yerler, hastanelerin acil servisleri olmuştu.
Oğlumu yanıma alıp bir yerlere gitmek, bana çok zor gelmeye başlamıştı. Çünkü, sanki uzaylı bir yaratığa bakar gibi, içimi delip geçen bakışlarla mücadeleyi bitirdim sanıyordum.
Her sokağa çıktığımda, insanların bana verdikleri hoca adreslerinden, dolmuşta çocuğunu oğlumun yanından çeken kadınlardan artık fenalık gelmişti. Bir keresinde yanımda oturan ve yine çocuğunu bizden kaçırmaya çalışan bayana, “Korkma,” demiştim, “bulaşıcı değil.” Ne kadar anladı bilmiyorum. Çocuğunun kulağını çekip dolmuşta bulduğu bir tahtaya vurmaya başladı. Çok gülmüştüm içimden. Evet artık onların bakışlarından rahatsız olmuyordum, aksine, suratlarındaki ifadeye gülmeye başlamıştım. İşte dönüm noktam bu oldu.
Biz ailecek oğlumuzu olduğu gibi kabul etmiştik, o bizim Gence’mizdi, bizim hiç büyümeyecek bebeğimizdi ve artık bu kentte onun eğitimi için bir yerler bulmam gerekiyordu.
Arayışım çok sürmedi, bu tür çocukların gittiği bir tane özel eğitim merkezi vardı. Oraya başvurdum. Aslında görünüşte hiç beğenmemiştim, ama bir yerden başlamamız gerekiyordu.
Gence’yi okula gönderiyordum, ama içim hiç rahat değildi. Eğitim kadrosu iyi değildi. Konunun uzmanı eğitimciler yoktu. Çocukları sadece orada tutuyorlar gibi bir durum vardı.
Ben işini iyi yapan insanların hep yanında oldum. Ancak akşam eve geldiğinde okulda neler yaşadığını anlatamayan bir evladınız varsa ve onun okula gitmemek için kendince direnişine tanık oluyorsanız, bir terslik vardır diye düşünüyordum. Evet bu okul çok yetersizdi. Hatta çocuklara kaba kuvvet kullanıldığına dair duyumlar alıyordum. Asla kabul edemezdim.
Orada tanıştığım kader arkadaşım dediğim birkaç anne ve babayla oturup konuştum. Ankara’da çalışmalarını bildiğim ve çok saygı duyduğum Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı’nın Kayseri Şubesi’ni açmaya karar verdim. Arkadaşlar bana çok güvendi. Hep birlikte şubeyi kurduk ve hemen bir bina kurup eğitime başladık. Tabii tüm bunlar, size yukarıda anlattığım kadar kolay olmadı. Bu süreçten kaç tane öykü çıkar bilmiyorum.
Düşünün, hiç bilmediğiniz bir kentte, gelenekleri, adetleri size çok yabancı bir kentte, kendinizi anlatmanız, derdinizi dinletmeniz o kadar kolay olmaz, ama zoru başarıp okulumuzu açtık.
Artık her şey düzene girmeye başlamıştı. Her gün Gence ile okula gidiyor, Vakfın Şubesini geliştirmek, büyütmek ve tanıtmak adına sürekli çalışıyordum. Çok yoruluyordum, ama çok mutluydum. Hem kendi oğluma, hem diğer özürlü çocuklara bir eğitim imkanı sağlamıştık, anneler babalar soluk alıyordu. Onlar da canla başla çalışıyordu ve birden kocaman bir aile olmuştuk. Tüm bunların nedeni Gence idi. Onu iyi ki dünyaya getirdim. Yoksa bu güzellikleri, bu insan olmayı nasıl yaşardım?
Gence mutlu olunca, doğal olarak biz de çok mutlu oluyorduk. Öylesine sevecen bir çocuk olmuştu ki, bir keresinde onun yatağı için aldığım civciv desenli çarşafa yatamamıştı. Onları inciteceğini düşünerek üstüne çıkamıyordu yatağın, sürekli “cici-cici” diye seviyordu onları. Düşünün bu denli katıksız bir sevgiyle bağlıydı hayata. Bence doğduğunda açtığı çiçekler hiç solmamıştı.
Vakfın işleri çok yoğun sürüyordu. Yine Erciyes Üniversitesi’nde bir işim vardı. Bir çocuğumuzun raporunu almaya gitmem gerekiyordu. Çok kalabalık bir gündü. Bankoda sıraya girmiş bekliyordum. Bu sırada yanıma uzun boylu, zayıf, yorgunluğu her halinden belli bir beyefendi yanaştı. Tam Kayseri lehçesi ile, “Bacım bir dakika bakar mısın?” dedi.
Daha önce tanıdığım biri miydi acaba, diye düşünürken, “Bacım şu kağıtta yazanı bana bir anlatsana” dedi. Kağıdı elinden aldım. Doğum raporuydu. Tam okumadan, “Benim hanım yeni doğum yaptı, dördüncü doğumu ama doktorlar bir şeyler diyor, ben anlamıyorum. Burada yazıyormuş,” dedi.
Hızla raporu okudum. Kanım donmuştu, çok uzun yıllar önce ayaklarımdan kayan yer, yine kayıyordu, başım dönmeye başladı. Şaşkınlıkla, “Sen beni tanıyor musun?” dedim. “Yok bacım, öylesine geldim yanına,” dedi. İşaret parmağı ile tanı kısmını gösterdi. “Bu ne bacım?” dedi. Tanı: Down Sendromu.
Allah’ım niye ben diye uzun zamandır sorduğum soruyu sordum yine kendime. Toparlanmaya çalışıp sıradan çıktım. Bu hiç tanımadığım yol arkadaşımın, zayıf koluna girdim, nispeten daha sakin bir yer bulup bir de derin nefes alıp başladım anlatmaya.
“Bak,” dedim, “bu çocuğun diğerleri gibi olmayacak, yani öbür üç çocuğundan farklı olacak. Senin artık özel bir çocuğun var. Ömrün boyunca onunla daha fazla ilgileneceksin, belki diğerleri kadar rahat konuşamayacak, senin her dediğini onlar kadar iyi anlamayacak ama, seni ve annesini ve de herkesi hepsinden çok sevecek. Onun ilacı sevgi,” dedim. Dedim ama boğazıma düğümlenen hıçkırıkları da tutmaya çalışıyordum. Bu sırada o babanın yaslandığı duvardan yavaşça kayıp başını iki elleri arasına alıp yere çöktüğünü asla unutmadım. Çünkü onun hissettiği her şeyi on sekiz yıl önce, bir doktor muayenehanesinde ben yaşamıştım. Ama ben ona “İlkbaharın Sonbahar olacak,” demedim. Çünkü benim oğlum hiç çiçek dökmedi, onun yavrusunun da dökmeyeceğinden emindim.
“Biliyor musun, benim de böyle bir oğlum var. Sen bunu bilerek mi geldin yanıma?” dedim. Başını iki elinin arasından kaldırıp dolu dolu gözleri ile, “Hayır,” dedi, “öylesine…”
Şimdi onun konuşmama zamanı idi, daha yapacağı çok şey vardı. “Bak,” dedim, “Allah bizim birbirimizi bulmamızı istedi. Şu anda ne zor olduğunu biliyorum, bir süre sonra kabulleneceksin. Sana kartımı veriyorum. Beni ara. Allah yardımcın olsun kardeşim.”
Kartı alıp gömleğinin cebine koydu. Onu orada bırakmaya hiç gönlüm razı değildi ama, Gence eve gelecekti ve benim ne koşullarda olursa olsun servis saatinde evde olmam gerekiyordu. Bana “Güle güle,” bile diyemedi. Öylece kaldı orada, ben de istemeye istemeye uzaklaştım yanından.
Üç yıl sonra, kucağında down sendromlu dünya güzeli kızıyla Vakfa geldiğinde onu hemen tanıdım. Kucaklaştık. Hanımına o kadar çok anlatmış ki beni. Güler yüzlü bu Anadolu annesi ile, sanki çok uzun yıllardır tanışıyormuş gibi sarıldık. Konuştuk.
Kızımız hala eğitim almaya ve çiçeklerini soldurmamaya devam ediyor. Çünkü hazan, bizim çocuklarımızdan çok uzak bir mevsim.
H. İnci Cengiz (Ankara)